31 Aralık 2012 Pazartesi

NASA'nın iki uzay aracı emekli oldu




NASA'ya ait 2 uzay aracı Ay'a çarparak görevlerini sona erdirdi. Araçların çarptığı yere, uzaya giden ilk Amerikalı kadın astronot Ride'ın adı verildi.
NASA'ya ait Med ve Cezir adlı uzay araçları Ay yüzeyine çarparak, Ay yörüngesinde 11,5 aydan beri sürdürdükleri görevlerini sona erdirdi.

Mühendislerce yönetilen uzay araçları kalan son yakıtlarını tüketmek için motorlarını çalıştırmalarının ardından Ay'ın kuzey kutbu yakınında bir dağ üzerinde belirlenen noktaya çarparak son görevlerini de başarıyla yerine getirmiş oldu.

Ay'a inen ilk uzay aracı Apollo'nun indiği yer de dahil olmak Ay yüzeyindeki diğer tarihi önemi bulunan bölgelerin uzağında kendilerine seçilen noktaya ilk çarpan uzay aracı Med oldu. Cezir'in belirlenen noktaya çarpışı, Med'den yarım dakika sonra gerçekleşti.

Belirlenen bölgeye saatte yaklaşık 6115 kilometre hızla çarpan, birer çamaşır makinesi büyüklüğündeki uzay araçlarının bıraktığı iz, Ay'ın karanlık yüzünde bulunmaları nedeniyle Dünya'dan görülemeyecek. Ancak Ay yörüngesinde görev yapan Ay Keşif Uydusu, uzay araçlarının bıraktığı izlerin fotoğraflarını çekmeye çalışacak.

Florida'daki Cape Canaveral askeri üssünden 10 Eylül 2011'de fırlatılan Med ve Cezir uzay araçları 3,5 ay süren yolculuklarının ardından Ay'ın yörüngesine yerleşmişti. Yörüngede 100'ü aşkın görevi yerine getiren araçlar, yaptıkları çalışmalarla Ay yüzeyindeki değişken yer çekimi alanlarını ölçmüş ve yüzeyde sanılandan fazla aşınma olduğunu kanıtlamıştı.

Uzay araçlarının gönderdiği veriler sayesinde, Dünya'nın bir zamanlar iki uydusu olduğu ve bu uyduların iç içe geçerek Ay'ı oluşturduğuna ilişkin teori geçerliliğini büyük ölçüde yitirmişti.

Uzaya giden Amerikalı ilk kadın astronotun adı Ay'da yaşayacak

Med ve Cezir uzay araçlarının Ay yüzeyinde çarptığı yere Amerikalı ilk kadın astronot Sally Ride'ın adının verildiği bildirildi.

Görevin başarıyla tamamlanmasının ardından açıklamada bulunan, uzay görevini yöneten Massachusetts Institute of Technology yüksekokulundan Maria
Zuber, uzay araçlarının çarptığı noktaya Ride'ın adının verildiğini duyurdu.

İlk kez 18 Temmuz 1983'de, 32 yaşındayken Challenger adlı uzay mekiğiyiyle uzaya giden ve uzaya çıkan Amerikalı ilk kadın astronot olarak tarihe geçen Ride, Temmuz ayında pankreas kanseri nedeniyle 61 yaşında hayatını kaybetmişti.

Vefatından önce ABD Başkanı Barack Obama'nın bilim danışmanları kurulu üyeliği görevinde bulunan ve San Diego kentindeki California Üniversitesi'nde
fizik profesörü olarak çalışan Ride'ın kendisine ait bir bilim eğitim şirketi de bulunuyor.

Ride'ın bilim ve eğitim şirket ile NASA arasında yapılan işbirliği sayesinde öğrenciler, Med ve Cezir uzay araçlarından faydalanarak, kraterler ve Ay'daki diğer manzaralara ilişkin kişisel fotoğraflar çekme imkanına kavuşmuştu.

Ride'ın kardeşi Bear Ride, kardeşinin adının Ay'daki bir noktaya verileceğinin ilan edilmesinin ardından yaptığı açıklamada, "Ay'a baktığınız zaman, Sally'nin adıyla anılan küçük bir köşesinin bulunduğunu bilmek gerçekten çok güzel" dedi.

Vücudumuzdaki Organlar ve Görevleri


 

Kalp
İçi boş, kas yapısında bir organ olan kalp göğüs boşluğu içinde her iki akciğer arasında büyük bir alanı kaplar. Etrafı, perikard adı verilen bir zar ile sarılıdır. Kalp, iki akciğer arasında tepesi aşağıda tabanı yukarıda bir koni gibidir. Üçte biri orta çizginin sağında,, yukarıdan aşağıya, arkadan öne ve sağdan sola doğrudur.

Günde yaklaşık 100 bin, yılda 40 milyon, tüm insan hayatı boyunca yaklaşık 2,5 milyar kere, hiç durmadan yaklaşık 8 ton kanı vücuda pompalar.

Büyüklüğü yetişkin bir insan kalbinin büyüklüğü yaklaşık olarak yumruğunun büyüklüğü ile eşdeğer sayılır. Taban tepe uzaklığı 12 cm, en geniş yerinde 8-9 cm, ön-arka çapı 6 cm. dir. Erkekte ağırlığı 280-340 gr. kadında 230-280 gr. arasındadır.

Bölümleri; Sağ atrium (Sağ kulakçık) Sol atrium (Sol kulakçık) Sağ ventrikül (Sağ karıncık) Sol ventrikül (Sol karıncık)

Her canlıda dokuların, organların ve hücrelerin; oksijen, karbondioksit, aminoasitler,, vitaminler ve mineraller gibi madde ve besinlere gereksinimi vardır.

met@bolizma faaliyetleri sonucunda oluşan artık ürünlerin de vücuttan uzaklaştırılması,, asit-baz dengesinin korunması, hormonlar ve enzimlerin vücudun gerekli bölgelerine taşınması gerekir. Bütün bu işlemleri kalp ve damarlardan oluşan dolaşım sistemi yapar.

Kalp bu sistem içerisinde motor görevi yapar. Kalp dakikada 60-80 vuruş arasında değişen bir hızla kanı vücuda pompalar.


Karaciğer
Diyaframın hemen altında, sağ tarafta, yaklaşık olarak 2 kilogram ağırlığında koyu kırmızı renkte yumuşak bir organdır.

Karaciğerin görevi :
a. Proteinlerin üretilmesi ve depolanması, protein metabolizmalarının birçok yan üretimlerinin tanzim ve kontrol edilmesi.
b. Şekerin depolanması ve kanda bulunması gereken şeker miktarının ayarlanması.
c. Vücuttaki toksik ve zararlı maddelerin nötralize edilmesi.
d. Depo edilmiş yağların kullanılması.
e. Kanın pıhtılaşması için gerekli maddelerin üretilmesi.
f. Safra ve safra tuzlarımın üretilmesi. Bunlar kanallardan bağırsaklara ifraz edilmekte ve sindirime yardımcı olmaktadırlar.
g. Kırmızı kan hücreleri ve başka kan elemanlarımın üretimi için gerekli ve önemli olan maddelerin üretimi ve depolanması.
h. Günde yaklaşık olarak 4 su bardağı (1 litre) safra salgılar.
i. Vücudun ısısını ayarlar.
j. Vücudun ihtiyacı olan su ve vitaminleri yapar.
k. Kan miktarını ayarlar.
l. Hormonların görevleri üzerinde etkili olur.

Akciğer

Göğüs boşluğu içinde bulunan ve solunuma yarayan organ. Göğüs boşluğunun sağ ve sol yanlarında bulunan iki ayrı parçadan meydana gelmiştir. Üzeri Plevra denen bir zarla kaplıdır. İçerisi, hava ile dolu olan ve "akciğer kesecikleri" denen boşluklardan yapılmıştır. Sağ akciğer üç loba, sol akciğer iki loba ayrılmıştır. İç yan yüzlerinden bronşlar, atardamarlar, toplardamarlar lenfalar ve sinirler çıkar. Ana görevi atmosferdeki oksijeni kan dolaşımına nakletmek ve kan dolaşımındaki karbondioksiti atmosfere çıkartmaktır.


Dalak
Karın boşluğunun solunda, midenin arka tarafında bulunan dalak; eskimiş kırmızı kan hücrelerini yok eder, gerektiği zaman da yeni kırmızı kan hücreleri imal eder. Sıtma ve tifo gibi bulaşıcı hastalıklar veya kansızlık sonucu dalak hastalanabilir.


İnce Bağırsak
İnce bağırsak kıvrımlı bir yüzey yapısına sahiptir ki bu besinlerin bağırsak duvarından difüzyonu ve böylece de emilimi için uygun olan yüzey alanını arttır. Yetişkin bir insanın ince bağırsağı, ortalama olarak, yaklaşık 7 metre uzunluğundadır.

Kalın Bağırsak (kolon)
İnce bağırsak ile anüs arasındaki kısımdır. Toplam uzunluğu 1.5 metre olup, sindirim sisteminin beşte birini oluşturur. Karın içerisinde ters dönmüş U harfi şeklinde karnın sağ alt tarafından kör barsak (çekum ) ile başlar ve yukarı doğru çıkar (çıkan kolon) karaciğer altından keskin bir dönüşle karnı yatay olarak (transvers kolon) geçer Sol üst köşede yerleşen dalağın altına geldiğinde yine keskin bir dönüş yaparak sol taraftan aşağıya doğru yönelir (inen kolon). İnenkolon, sigmoid kolon denilen kolonun son kısmı ile Rektumla birleşir.

Mide

Karın bölgesinin sol tarafında, kaburga kemiklerinin arkasında ve diyaframın altında,, 7,5 - 10 santim genişliğindedir.
Sindirim aygıtının yemek borusu ile bağırsak başı arasında bulunan kısmı olup, içine giren yiyeceklerin kimyasal ve fiziksel olarak parçalandığı yerdir. Mide kendi çıkardığı asitten kendini korumak için yapışkan, alkalen-bazik bir mukus da üretir.

Böbrek
Omurgalılarda bulunan fasulye şeklinde boşaltım organlarıdırlar.
Böbreğin görevi ,proteinlerin parçalanması sonucunda oluşan üre gibi zararlı maddeleri vücuttan uzaklaştırırken, diğer yandan vücudun sıvı, mineral ve asit-alkali dengesini de düzenler.

Pankreas
Karın boşluğunun üst tarafında ve bel omurlarının ön kısmında yerleşik bir organdır. Salgılarıyla sindirim fonksiyonuna yardımcı olur ve kan şekerini düzenler.Karın boşluğunun üst tarafında ve bel omurlarının ön kısmında yerleşik bir organdır. Salgılarıyla sindirm fonksiyonuna yardımcı olur ve kan şekerini düzenler.
Ortalama 15-20 cm uzunluğunda ve kadınlarda 55 gr erkeklerde 70 gr ağırlığındadır. Önden arkaya doğru yassılaşan pankreasın düzensiz olan biçimi çengele benzetilebilir.
Yetişkinlerde, günde 800-900 cm³ pankreas özsuyu salgılanır.

Yemek Borusu
Yenilen gıdaların ağızdan sonraki geçiş bölgesi, boğaz.İçten dışa doğru örtü epiteli, düz kas ve bağ dokudan oluşmuştur. Besinler yemek borusundan geçerken yemek borusu peristaltik hareketler yapar. Yemek borusunda sindirim gerçekleşmez. Besinler yemek borusundan mideye geçiş yapar. Yemek borusu ağız ve mideyi birleştirir.

Apandis

İnsanlarda, kalın barsağın bir çıkıntısı olan körbarsağın alt bölümüne tutunmuş, serbest olan öbür ucu çıkmaz halinde sonlanan solucan şeklinde bir barsak çıkıntısı. Bu çıkıntının uzunluğu, 7-12 cm. dir.Görevi bademciklerin ve lenf düğümlerinin görevine benzer; kalınbağırsakta bulunan mikropları yok ederek hastalık yapmalarını önlemeğe çalışır.

Safra kesesi


Karaciğerden salgılanan safranın toplandığı, karacigerin alt kısmında bulunan torba şeklinde bir organ.Kesenin görevi, safrayı depolayıp, yoğunlaştırmak, ve gerekli aralıklarla oniki parmak barsağına safra salgılamaktır.Yemek yendiği zaman safrakesesi kasılır ve konsantre safra ince barsağa akar ve yemeklerin sindirilmesine yardım eder.

Soluk Borusu
Nefes borusu (soluk borusu) veya trakea, vücutta solunan havanın geçtiği, boru şeklinde bir organdır. Bu boru havayı ciğerlerimize göndermemizi sağlar.Omurgalılarda trakea havanın boğazdan akciğerlere geçişini sağlarken, omurgasızlarda dışarıdaki havayı doğrudan iç dokulara ulaştırır.
Eğer soluk borumuza kazayla yiyecek kaçarsa soluk alamayıp tıkanabilir.Bu nedenle,

Anüs (makat)
Sindirim kanalının bitiş kısmı. Dışkılar boşaltım sırasında anüsten geçerek vücuttan atılırlar.

Rektum

Kalın bağırsağın son bölümüdür. Anüse açılır. Dışkının atılımdan önce tutulduğu yerdir. Rektumun son birkaç santimetresi deriye benzer bir doku ile kaplıdır. Kalın barsağın genişlemesi sonucu oluşan ortalama 15 cm uzunluğunda olup sindirim sistemimizin son kısmıdır.

Onikiparmak Bağırsağı
Onikiparmak bağırsağı midenin hemen ötesinde 5 - 10 santim kadar uzayan incebağırsağın bir kısmıdır. C harfi görünümündedir. Bu bağırsağın her zaman mide ile ilişik görülmesinin nedeni ise, mideye tesir eden rahatsızlıkların çoğunlukla onikiparmak bağırsağını da etkilemekte olmasından ileri gelmektedir.
Onikiparmak bağırsağının çeperi gıda maddelerinin sindirimine yardımcı olan bazı usareleri üretmektedir.. Safra onikiparmak bağırsağında depo edilmektedir ve pankreas usareleri da bu bağırsağa boşalmaktadır.

Protez ve mobil cihazlar kendi kendini onaracak

 


Bilim insanları, gerçeği gibi kendi kendini onaran yapay deri geliştirilmesi adına önemli bir adım attı. Elde edilen polimer metal, kendi kendini onaran protezden dokunmatik ekrana kadar yeni gelişmelere kapı aralayabilir.


Neşterle kesilen polimer metal kendi kendini onarmayı başardı

ABD’li araştırmacılar, gerçeğiyle aynı özellikleri gösterecek yapay deri araştırmalarında önemli sonuçlar elde etti. Araştırmacılar, sinir uçlarının fonksiyonunu görecek yüksek elektriksel iletkenlik ve kendi kendini onarma özelliği kazandırdıkları yapay derinin, gelecekte nakil alanında çığır açabileceğini düşünüyor.
Stanford Üniversitesi’nde yürütülen araştırmada, sinir uçlarını taklit edecek iletkenliği gösteren metal başarılı olsa da, metalin kendi kendini onarması aşamasında istenilen sonuç alınamadı. Plastik tabanlı daha yumuşak metallerin ise açık bir yaranın kapanması gibi kendisini onarabildiği ancak bu sefer elektriği iyi iletemediği ifade edildi.
Stamford’da kimya mühendisi olan profesör Zhenan Bao, iletkenlik ve kendi kendini onarma konularında yaşanan soruna çözüm bulduğuna inanıyor. Bao, bir gün bu alanda yapılacak atılımların, yeni nesil protezler sağlayabileceği gibi, mobil cihaz teknolojilerin de de kullanılabileceğini belirtti. Örneğin, esnek ve kendi kendini onaran bir dokunmatik ekran, akıllı telefonunuzu yere düşürdüğünüzde kırılırsa, kendi kendini onaracak.
İKİ ÖZELLİK BİR ARADA
Bao ve ekibinin geçtiğimiz yıl başlattığı çalışmalarda, araştırmacılar basıncı algılayabilen deri benzeri esnek sensör geliştirmek için karbon nanotüpler kullandı. Bao ve ekibi bu yıl devam eden deneylerinde ise karbon nano tüplerle metal atomlarını bir araya getirecek yeni bir yöntem geliştirdi.
Bilim insanları, moleküllerin birbirlerine hidrojen atomlarıyla bağlı olduğu, spesifik moleküler yapıya sahip bir polimer metal kullandı. Hidrojen bağları, genelde az bir kuvvet uygulandığında dağılıyor. Ancak diğer bağlara kıyasla, hidrojen bağları tekrar bir araya gelerek, dağılmadan önce sundukları moleküler yapıyı tekrar oluşturabiliyor. Bao ve ekibi, hidrojen bağlarının yeniden bir araya gelme özelliğini, kendi kendini iyileştiren materyallerinde önemli bir girdi olarak kullandı.
Bu aşamanın ardından, elektrik iletkenliğinin optimize edilmesi aşamasına gelindi. Bunu sağlamak için, bilim insanları geliştirdikleri materyale nano parçacık boyutunda nikel ekledi. Nikel, materyalin elektrik iletkenliğini artırdı. Dahası, ne kadar nikel parçası eklenirse, iletkenlik de o kadar artış gösterdi.
DENEYLER BAŞARILI
Bao ve ekibi, yaptıkları çalışmalar sonucunda ilk çalışmalarına kıyasla çok daha iyi bir yapay deri elde etti. Yapay deriyi temsil eden materyal, neşter ile ortadan ikiye bölündükten bir dakika sonra kendini kendini onarmaya başladı. 30 dakika sonra, materyal dayanıklılığını ve iletkenliğini yüzde 100 geri kazandı. Normal insan derisinin kendi kendini tamamen onarması günler alıyor.
Bilim insanları, geliştirilen materyalin aynı zamanda bir sensör olarak da kullanılabileceğini çünkü büküldüğünde veya gerildiğinde elektrik direncinin değiştiğini ifade etti. Değişim ölçümlerinin, bilgisayar veya hatta beyne aktarılabileceği belirtilse de, günümüzde kusursuz işlev gören beyin-bilgisayar ara yüzü bulunmuyor.

26 Aralık 2012 Çarşamba

ZİGGURATLAR



        Ziggurat Mezapotamya'ya özgü bir terimdir. Tanrıdağı anlamındadır. İlkçağda Sümerler, Keldanlılar, Babiller ve Asurlular tarafından yapılan, tabandan başlayarak tepeye doğru kat kat yükselen giderek küçülen teraslardan oluşan, zirvesinde bir tapınak bulunan ve yanlarında bir merdiven sistemi yer alan kademeli bir kuledir. Üzeri açık ve dört köşelidirler.
Bu yapılar tarihi metinlerde Ziggurat, Zigura ve Ziggurak gibi çeşitli yazılışlarla görülür. Zigguratların ilk olarak Sümerlerce inşa edildiği düşünesi yaygındır.
Mezapotamya halklarının en önemli faliyetleri tapınakları Tanrıya ithaf etmeleridir. Sadece Antropolojik değil, edebi içerikli kalıntılara dayanarak da Sümerler'den önce başlamak kaydıyla Mezapotamya düşünce tarzına aydınlık getiren tez şudur: Politik açıdan Sümerlerde şehir devleti sözkonusu idi ve her merkezin bir tanrısı olduğu gibi her tanrının da yeryüzünde kendini temsil eden bir hükümdarı vardı. Bu hükümdarın birinci görevi tanrının evini inşa ettirmekti. Çünkü böylece tanrı onlardan hoşnut kalacak bunun karşılığında da onların o bölgedeki yaşamlarını temin edecek suyu gönderecekti. İşte Orta Asya'dan gelen bu kavimler , yüksek dağları tanrı makamı kabul etmişlerdi ve dağlık olmayan Mezapotamya yöresine gelince bu şekilde yüksek, yapay bir tepe meydana getirerek onu tanrının makamı ve tapınak yeri olarak nitelendirmişlerdir.
Yapay bir tepe görünümündeki zigguratların yapımına ilşkin inançlar tartışmalıdır. Örneğin gökyüzüyle yeri ayıran Hava Tanrısı Enlil'in büyük bir dağ olduğuna ilişkin inanışın ziggurat biçimini belirlediği öne sürülmektedir. Çok yıkık olmalarına rağman mevcut kalıntı ve kabartmalar üzerinde çalışan bazı arkeologlarsa ova yerlilerinin dağda doğup doruklarda yaşadığına inandıkları tanrılar için bir "Tanrı Evi" inşa ederken dağa benzer bir yapıyı yeğlediklerini düşünmektedirler.
Ziggurat hakında ilginç bir bilgi de bu yapıların merkezleri Babil olmak üzere evrenin yedi rüzgarını temsil ettiklerine inanılmasıdır. Babillerde ziggurat, dünyanın merkeziydi. Evren onlar için yatay olarak bir merkezden yayılan dört bölüme, düşey olarak da üç düzeye ayrılıyordu; böylece hepbirlikte yedi oluyordu.
Ziggurat harabelerine günümüzde Mezapotamya'nın hemen her yerinde rastlanmaktadır. Kerpicten yapıldıkları için hava ve yağmurun etkisiyle çabuk yıkılmışlardır. Ancak bazılarında ilk birkaç kat korunmuştur. Esas şekilleri sadece kabartmalardaki resimlerden anlaşılabilmektedir.
Zigguratlar üstüne bilgilerimiz arkeolojik kazılara, Herodotos'un Babil'deki Baal tapınağının üzerine yazdığı yazılara,Strabon, Sicilyalı Diodoros gibi antik yazarlara ve Nuh torunları tarafından Babil kulesinin yapılışını anlatan Tekvin'e dayanmaktadır.
Zigguratta büyüklük ve özellikle yükseklik amaçlanmıştır. Kat sayısı değişkendir; genellikle üç ya da dört, bazen yedidir. Katlar ve rampalar, ağaçlar ve bodur bitkilerle yeşillendirilmiştir.yapının planı genellikle 38x52 m. boyutlarında bir dikdörtgen ya da karedir. Yüksekliği ise 18- 30 m . arasında değişir. Zigguratlar eklemelerle büyütülüp yükseltilmiş, her yeni hükümdar kendi katını eklemiştir.
Giderek küçülen sekiz kuleden oluşan bu tapınak, çok muntazam dört köşeli bir kaide üzerine oturtulmuştu. Bu kulelere ya katlar arasındaki basamaklarla ya da çevresini dolaşan rampa ya da yokuşlarla çıkılmaktaydı. Orta katlardan birinde bulunan odada, yukrıya çıkanların dinlenmesi için oturacak yerler blunmaktaydı. En tepedeki kule büyük bir tapınak özelliğindeydi ve içinde bir yatakla altın bir masa vardı. Burası kutsal makamdı. Bu makam aynı zamanda bir ticaret ve kültür merkeziydi. Dinadamlarından başka, tüccarlar, zanaatkarlar ve yazıcılar da orada kendilerine ayrılmış yerlerde otururlardı.Burada tanrıya ait bir ya da birkaç oda bulunurdu.
"Yüksek tapınak" bölümünün dışında ziggurat, Mısır piramitlerinin tersine dolu gövdelidir. Kütlesi pişmemiş tuğla ve kerpicten, bir ya da birkaç dış duvar yüzeyi ise genellikle pişmiş topraktan yapılmış bazen sarı ve mavi sırlı tuğla kullanılmıştır.
Ziggurat ilk kez pişmiş tuğla kullanımının yaygınlaştığı Yeni Sümer döneminde ortaya çıkmıştır. Urnamu döneminden (M.Ö. 2112-2095) bu yana bilinen ziggurat yapısının doğrudan yeni bir dinsel düşüncenin ürünü mü, yoksa kutsal mekanı yükseltmek amacıyla zaman içinde üst üste inşa yoluyla oluşan bir strüktür mü olduğu da tartışmalıdır. Urnamu; Ur, Uruk, Eridu ve Aşağı Mezapotamya'daki birçok kentte zigguratlar inşa edilmiştir. Daha sonra da Mari, Babil'in yanı sıra Asur, Dur Sarrukin gibi Akad kentleri de bu tür yapılarla donatılmıştır. Elam'da Sus'da büyük bir olasılıkla bir ziggurat vardı; Çobangazi'de ise birinci katında tapınma mekanları ve odalar bulunan bir ziggurat kalıntısı (M.Ö. XIII. yy.) ortaya çıkarılmıştır.
Bu da dini bir geleneğin varlığını göstermektedir. Gerek Herodotos'un verdiği bilgilerden, gerek Uruk'daki Beyaz Tapınak ile Erudu ve Tell Uqair Tapınakları gibi yapılardan varılan sonuç, genellikle "yüksek tapınak" ın içinde bir oda bulunduğudur.bu odanın dar duvarında bir seki ortasında tuğladan bir adak masası yeralmaktaydı. Nimrud'daki iki tapınaktaysa uzun bir salonla iinde tanrı heykeli bulnan küçük bir oda ortaya çıkarılmıştır. Papakhu adı verilen bu bölüm, tapınağın girilmeyen en kutsal yeridir. Ayrıca bu tapınakların birinde, bu iki mekana ek olarak büyük bir salon ve önünde küçük bir hol yer almaktadır. Bu da "giriş-tören mekanı-kutsal mekan" üçlemesi sayılabilir.
Herodotos, M.Ö. 460'da doğuya yaptığı geziyi anlatırken, her biri ötekinden küçük olarak, üst üste yükselen sekiz tapınak gördüğünü yazar.yazarın babil'deki Baal tapınağı hakkında verdiği bilgiye göre, kenarları 370 m . olan bir kare kaide üzerinde, küçülerek yükselen katlar çok görkemliydi. Herodotos bunların en üstünde tapınağın yeraldığını yazmıştır. Ama böyle bir tapınağın izine, zigguratların hiçbirinin tüm yüksekliğiyle sağlam kalmamış olmasından dolayı rastlanmamıştır.
Tarihçi Ksenophan da "Onbinlerin Dönüşü" adlı eserinde 31,50 m . genişlikte ve 61 m . yükseklikte bir kule gördüğünü yazar.
Tevrat'ta Babil kulesi için şöyle der: "geldiniz kerpic keselim ve onları ateşte pişirelim dediler, kendimize tepesi semaya kadar bir kule bina edip nam kazanalım dediler." (I. Kitap, 11. bab, 3. ve 4. ayetler) İncil'de de adı geçen bu yapı Sümer, Babil ve Asur şehirlerinde yükselen pek çok ziggurattan yalnızca biriydi.
Mezapotamya'nın düzlüklerinde yükselen esrarlı tepeler, çoğu zaman yıkık bile olsa, kenarı dik, üstleri düz olduğundan öteden beri dikkat çekiyordu. Gezginler bu yapıları uzun uzun anlatıyorlardı. 1840'larda görevle Mısır'a atanan Paul-Emile Batta, bölgeyi dolaşırken garip tepeler görüyordu. Daha önce Kinneir, C.T. Rich ve Ainsworth gibi gezginler de bu tepelerden sözetmişlerdi. Böylece çağdaş arkeolojinin dikkatleri zigguratlara çekilmiş oluyordu.
Eski dünyanın harikalarından biri, Babilin Asma Bahçeleri olarak blinen yapı, teraslar halinde yükselen dev bir kuleydi. Bu düşünceden hareket eden R.K. Koldewey 1898'de babil'deki zigguratı kazmaya başladı. Böylece Tevrat ve İncil'de adı geçen kulenin büyük gövdesi ortaya çıktı. Güneşte kurutulmuş kerpiclerle örülenyapı kitlesi sırlı tuğlalarla kaplanmıştı. Bir çevre duvarı içinde rahip sarayları,geniş ambarlar ve zigguratlar topluca yer alıyordu. Beyaz boyalı duvarlar, tunç kapılar, kemer ve tonozlarla birlikte birbirine bağlanan mekanlar sık sık tekrarlanan görüntülerdi. En alt katta başlayan rampalı merdivenler yapıyı her katta dolaşarak tepeye kadar tırmanıyordu. Her kat ayrı bir renge boyanmıştı.
1940-1941 'de yapılan Irak kazıları Ukayir'deki tepenin bir ziggurat olduğunu ortaya çıkardı. Ur'daki ziggurat ise Ur Nammu adlı kral tarafından yaptırılan görkemli bir kule olarak yükseliyordu (29) ve Mezapotamya'nın en iyi korunmuş zigguratıydı.(30) İkinci yapı kuzeydoğuya dönük, ölçüleri en alt platformda yaklaşık 60x40 m. kadardı. İlk katta merdiven kuzey köşeden doğu köşeye çıkıyordu. Dört yüzü geniş yüzeye gelecek güneş ve rüzgar etkisini azaltmak için nişlerle parçalanmıştır.
Zigguratların tanrılara inşa edildiği kesin gibidir. Ancak bu yorumu şüphe ile karşılayanlar da vardır. Kimi arkeologlara göre Mezapotamya düzlüklerinde yükselen bu hakim yapılar dağı sembolize etmektedir. Bir zigguratın düz ovada görünüşü gerçekten çok etkilidir. Çoğu kez kule tapınak denmesi de bundandır. Arkeolog Layard, Nimrud zigguratını kazdığı zaman buranın bir kral mezarı olduğunu ileri sürüyordu. Sümerlilere göre gökleri işaret eden yapı, merdivenlerle tırmanılan gökyüzüne çıkan bir yoldu.
Bazı arkeologlar ziggurat denilen bu basamaklı piramitlerin bir tapınak olmayıp yıldızları gözlemeye mahsus birer gözlemevi oduğunu, rahip veya müneccimlerce kullanıldığını ileri sürerler. Çok kişi de zigguratları Orta Amerika'nın Basamaklı piramitleriyle bağlantılı görmektedir.

 

Piramitler

Mısır Piramitleri
Mısır'daki en önemli piramitler sayılan: Gize Piramitleri.
Piramitler.jpg
   Mısır Piramitleri, Mısır’da yer alan eski piramit şekillerde yapılardır. Mısır’da 100’den fazla piramit vardır. Piramitlerin çoğu Eski Krallık Dönemi'nden Orta Krallık Dönemi’ne kadar firavunların mezarı için inşa edilmiştir. Bilinen en eski piramit 3. Hanedan döneminde inşa edilen Basamaklı Piramit’tir. Bu piramit ve etrafını çevreleyen bloklar; mimar İmhotep tarafından tasarlanmıştır. Ayrıca bu yapılar dünyanın en eski şekilli taşlardan inşa edilmiş yapısıdır.Yapımda çalışan işçiler piramitlerin sırrını bildikleri için yapım bittikten sonra öldürülmüşlerdir. En çok bilinen piramitler Gize’de bulunmuştur. Birkaç Gize Piramidi inşa edilmiş en büyük yapılardandır. Gize Piramitleri’nin en büyüğü olan Keops Piramidi şu ana kadar zarar görmeden ayakta duran, Dünya’nın Yedi Harikası’ndan biri olarak görülmektedir.

Çin Piramitleri

  • Dohan Tapınağı
Türk piramitleri olarak adlandırılan yapılar, aslında piramit değil, tümülüstür. Çin'in Xiang kentinde bulunurlar. En büyükleri Beyaz Piramit'ir. Çin hükümeti, bunları gizlemektedir. "Beyaz piramit"i bir dağ görünümüne sokmaya çalışmışlardır. Bu piramitler Mısır piramitlerinden de eskidir ve Beyaz Piramit dünyanın en büyük piramididir.Bölgeye zorunlu iniş yapan bir İngiliz Savaş Uçağı pilotu tarafından görülmüştür. Çok kısa bir süre sürdürelen arkeolojik kazılarda muhteşem mumyalar, altın işçilikleri bulunmuştur. Mısır piramitlerinden üstün mumyalanmıştır.

Meksika Piramitleri

Bolivya Piramitleri

Günümüz

Göktürk-2 uydusunun başarıyla Çin'den Uzay'a gönderilmesinin ilk gün yapılan çalışmalar hakkında bilgi veren TÜBİTAK Kurumsal Gelişim Bölüm Yöneticisi Sadık Murat Yüksel, Türkiye'nin 10 yıl içinde fırlatma tesisine sahip olacağını belirtti.




Türkiye’nin yüksek çözünürlüklü keşif ve gözlem uydusu Göktürk-2, dün Çin’in Jiuquan Üssü’nden başarılı bir şekilde Uzay’a gönderildi. Göktürk-2, başarılı bir şekilde yerden 686 km yükselikteki yörüngesine oturdu.
Türk uydusu, yer ekiplerinin çalışmasıyla şimdi devreye girme ve enerji toplayarak operasyonlarına başlama sürecine girdi. TÜBİTAK yetkilisi Yüksel, süreç hakkında NTV’ye açıklamada bulundu ve herkesin merak ettiği ‘Türkiye’de fırlatma üssü ne zaman kurulacak’ sorusunu cevapladı.
 
İlk sinyal alındı mı?
 
        Evet, bebeğimizin ilk sesini duyduk. Dün TSİ 19.39'da Göktürk-2 Kuzey Kutbu üzerindeyken ilk sinyali aldık. Düşük açılı bir geçiş olacağını ve ilk sinyali garanti edemeyeceğimizi söylemiştik. Ancak çok başarılı bir geçiş oldu ve umduğumuzdan daha fazlasını yapabildik.

Evren Nasıl Oluştu?

 
              Bilim insanları, evrenin oluşumu hakkında tarih boyunca değişik görüşler ortaya atmıştır. Fakat bu görüşler incelendiği zaman hepsinin temelde iki farklı modelden birini savunduğu görülür. Bunlardan birincisi 1600'Iü yıllarda Newton (Nivtın)‘ın ortaya attığı, hareketsiz ve başlangıcı olmayan evren görüşüdür. Bu görüşe göre evren, sonsuzdan beri var olmuştur ve sonsuza kadar da varlığını ve şu anki halini koruyacaktır(Ünlü filozof olan Aristo da evrenin ezelden beri var olduğunu ve sonsuza kadar var olacağını düşünüyordu). İkincisi ise günümüzde; çoğu bilim insanı tarafından kabul gören, evrenin bir başlangıcının olduğu görüşüdür. Çünkü astronomideki son buluşlar evrenin sürekli bir genişleme içinde olduğunu göstermiştir.

"Eğer evren sürekli genişliyorsa, evrendeki gök cisimlerinin geçmişte birbirlerine daha yakın olmaları yani evrenin daha sıkışık olması gerekir." Hipotezinden yola çıkan Belçikalı bilim insanı Georges Lemaitre (Jorj Lometr) 1927 yılında "Büyük Patlama Teorisi"ni ortaya koymuştur. Bu teoriye göre evrenin bir başlangıcı vardır ve evren sürekli genişlemektedir. Ünlü astronom Edwin Hubble (Edvm Habll) da 1929 Yılında gök adalarının birbirinden uzaklaştığını gözlemleyerek evrenin devamlı genişlemekte olduğu hipotezini desteklemiştir.



Big Bang: Büyük Patlama Teorisi'ne göre evren bundan yaklaşık 15 milyar yıl önce büyük bir patlamayla oluşmaya başladı. Büyük Patlama (Big Bang) adı verilen bu patlama sonrasındaki süreçte gök adalar, yıldızlar, gezegenler ve diğer gök cisimleri meydana geldi. Büyük Patlama Teorisi bazı soruları hala cevaplayamamaktadır. Örneğin patlayan şeyin ne olduğu ya da bu patlamaya neyin sebep olduğu henüz tam olarak açıklanamamaktadır. Bilim insanları günümüzde bu konuyla ilgili yeterli bilgiye hala ulaşamamış olsalar da çalışmalarına devam etmektedirler. Böylece gelecekte evrenin nasıl oluştuğu ve nasıl yok olacağı ile ilgili bilgilere ulaşılabileceği düşünülmektedir.

Big Bang Teorisinin Tarihsel Seyrindeki En Önemli Aşamaları

* 1920’de Belçikalı astronom Georges Lemaitre, Einstein’ın genel görecelilik kuramına dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini ileri sürdü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyon üzerinde çalışma yapılırsa önemli verilere ulaşılacağını belirtti.
* Amerikalı astronom Edwın Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak renklerinin de değiştiğini ifade etti. Ona göre yıldızlar hem dünyadan hem de birbirinden uzaklaşıyordu. (yani evren genişliyordu)
* Hubble’ın ortaya koyduğu bu gözleme göre evren genişliyorsa başladığı bir nokta da olmalıydı. İşte bu nokta çok büyük çekim gücü nedeniyle sıfır hacme sonsuz yoğunluğa sahip bir noktaydı. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya “Bing Bang” dendi.
* 1948 yılında George Gamov’da evrenin büyük patlamayla oluştuğunu ve bu patlamadan arta kalan radyasyonun olacağını belirtti. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı.
* Bu durumun açıklanması çok uzun sürmedi. 1965 yılında, Arno A. Penzias ve Robert W. Wilson adlı iki araştırmacı radyo teleskoplarındaki kaynağı belli olmayan bir gürültüyü gidermeye çalışırlarken sonradan “kozmik fon radyasyonu” adını verdikleri radyasyonu keşfettiler. Bu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının Big Bang’ten günümüze gelmiş olduğu ortaya çıktı.
* Kozmik fon radyasyonu=fon ışıması: uzayın her yanından gelen bu ışıma Evren’in başlangıcını oluşturan büyük patlamadan arta kalan enerjinin göstergesidir.
* Bir diğer önemli aşama ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının oranının bulunması oldu. Ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki Hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang ‘den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplanmasıyla denkleşiyordu. Eğer evren sonsuz olmuş olsaydı hidrojenin tamamen yanıp helyuma dönüşeceği konusunda bilim adamları hemfikirdi

23 Aralık 2012 Pazar

'10 yıl içinde fırlatma tesisimiz olacak'

Göktürk-2 uydusunun başarıyla Çin'den Uzay'a gönderilmesinin ilk gün yapılan çalışmalar hakkında bilgi veren TÜBİTAK Kurumsal Gelişim Bölüm Yöneticisi Sadık Murat Yüksel, Türkiye'nin 10 yıl içinde fırlatma tesisine sahip olacağını belirtti.



 
Türkiye’nin yüksek çözünürlüklü keşif ve gözlem uydusu Göktürk-2, dün Çin’in Jiuquan Üssü’nden başarılı bir şekilde Uzay’a gönderildi. Göktürk-2, başarılı bir şekilde yerden 686 km yükselikteki yörüngesine oturdu.
Türk uydusu, yer ekiplerinin çalışmasıyla şimdi devreye girme ve enerji toplayarak operasyonlarına başlama sürecine girdi. TÜBİTAK yetkilisi Yüksel, süreç hakkında NTV’ye açıklamada bulundu ve herkesin merak ettiği ‘Türkiye’de fırlatma üssü ne zaman kurulacak’ sorusunu cevapladı.
 

Bin Yıllık Kemikler Arkeologları Şaşırttı

 

    Meksika’da kazı çalışmaları yapan arkeologlar, kafatasında bozulma tespit edilen çok sayıda kemik ortaya çıkardı. Araştırmacılar, kafataslarında bozukluğun Meksika ve Orta Amerika’daki antik kabilelerde sıkça görülen bir uygulamadan kaynaklandığını belirtirken, önceden rastlanmamış yeni bulgulara ulaşıldığı açıklandı.



Arkeologlar, Sanora eyaletinin güneyinde bin yıl öncesine uzanan bir mezarlık keşfetti. Mezarlıkta bulunan kafataslarının tümünde basıklık olması, bu yöntemi uygulayan toplulukların sanıldığının aksine Orta Amerika’nın daha kuzeyindeki bölgelere kadar yayıldığını işaret etti.
Geçmişte, bebeklerinin kafalarını sıkıştırarak arkaya doğru uzun ve basık bir kafatası ortaya çıkmasına neden olan uygulamanın, Orta Amerika’nın daha güneyindeki bölgelerde uygulandığı düşünülüyordu.
ABD’nin Arizona State Üniversitesi ve Meksika’nın Ulusal Antropoloji ve Tarih Enstitüsü (INAH) tarafından bulunan M.Ö 943 yılına ait mezarda, 25 kişiye ait kemik bulundu. Kemiklerin 13’ü, kafatası bozukluğuna sahip.

Kafa bağlama veya düzleştirme olarak bilinen antik uygulamanın, belli gruplara ait bir gelenek veya sosyal statü ifadesi olduğu düşünülüyor. Bir diğer teori, kafa düzleştirmenin bir çeşit antik estetik operasyonu olabileceği.
Neandertallerin de yaptığı bilinen kafa düzleştirme yöntemi, kafatası çok daha kolay şekil alacağı için genelde bebeklik döneminde uygulanıyordu. Kafanın şekil değiştirmesi için kafatasına tahtalar sarılarak basınç uygulanıyordu. Bebekler bir aylıkken başladığı düşünülen uygulama, altı ay boyunca devam ediyordu.


‘50 yıl içinde kendinizi kopyalabileceksiniz'

 


Tıp-Fizyoloji alanında 2012 yılında Nobel ödülüne layık görülen İngiliz bilim insanı Sir John Gordon, insanların 50 yıl içinde klonlanmaya başlayabileceğini belirtti. Gordon böylece, ailelerin kaybettikleri çocuklarını klonlayarak bir nevi hayata geri getirebileceğini öne sürdü.


1999 yılı yapımı 'The Matrix' filmindeki insan çiftlikleri.

 
İngiliz genetik mühendisi John Gordon, 1950’li ve 1960’lı yıllarda kurbağalar üzerinde yaptığı klonlama deneyleri sayesinde, 1996 yılında bu alanda çığır açan gelişmenin mimarı oldu. Bir memeliden alınan hücreyle klonlanan ilk hayvan olan Dolly adındaki kuzunu dünyaya getirilmesini sağlayan Gordon, ’50 yıl içinde insanların da kopyalanabileceğini’ ifade etti.
Gordon, her ne kadar çok büyük tartışmalara neden olacağı kesin olsa da, tıbben yapılabildiği kanıtlandıktan sonra insanların klonlanmayı kabul edileceğine inandığını söyledi.
İlk tüp bebek 1978 yılında dünyaya gelmiş ve Louise Brown’un doğumu da tıp dünyasında büyük tartışmalara yol açmıştı. Gordon, başarılı olduğu kanıtlanmasının ardından klonlama yöntemlerini de insanlara uygulanabileceğini, ancak henüz yöntemlerin gelişme aşamasında olduğunu söyledi. Gordon, klonlama ile hayata gelen birçok hayvanın bugün sağlıklarını büyük ölçüde yitirdiklerine dikkat çekti.

Kötü anıları uyku esnasında sildiler

Bilim insanları, farelerin uyudukları esnada hafızalarını silmeyi başardıklarını öne sürdü. Araştırmacılar, elde edilen başarıyla uyku esnasında kötü anıları beyinde yok edebileceklerini, böylece travma sonrası stres bozukluğu (PTSD) tedavisinde önemli bir adım atılabileceğini belirtti.



 
ABD’nin Stanford Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, farelerin uyku esnasında PTSD anılarını silmeyi başaran bir ilaç geliştirdiklerini iddia etti. Kesin başarıya ulaşılması halinde, insanlar için aynı tedavinin gelecekte mümkün olabileceği ifade edildi.
Son derece külfetli olabilen stres ve gerginlik tedavisini fazlasıyla kolaylaştırabilecek ilaç sayesinde, insanların geçmişte yaşadığı travmalara ait anıları sürekli hatırlamaları engellenebilir. Geleneksel tedaviler, insanları acı ve korku dolu anılarından uzaklaştırmayı başarabilse de, bu anıların geri gelmeyeceğini kimse garanti edemiyor.
Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, Stanford Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, uyuyan fareler üzerinde yaptıkları deneyde PTSD’yi ortadan kaldıracak bir terapi geliştirdi. İlk olarak, fareler yasemin kokusuna maruz bırakılarak bu kokudan korkacak noktaya getirildi. Daha sonra deney hayanlarına elektril verildi. Farelerin travma yaşadıkları kesinleşince, ikinci aşamaya geçildi.

20 Aralık 2012 Perşembe

Ali Kuşçu

 

Ali Kuşçu

Onbeşinci yüzyılda yaşamış olan önemli bir astronomi ve matematik bilginidir. Babası Timur’un (1369-1405) torunu olan Uluğ Bey’in (1394-1449) doğancıbaşısı idi. “Kuşçu” lâkabı buradan gelmektedir.
Ali Kuşçu, Semerkand’da doğmuş ve burada yetişmiştir. Burada bulunduğu sıralarda, Uluğ Bey de dahil olmak üzere, Kadızâde-i Rûmî (1337-1420) ve Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî (?-1429) gibi dönemin önemli bilim adamlarından matematik ve astronomi dersleri almıştır. Ali Kuşçu bir aralık, öğrenimini tamamlamak amacı ile, Uluğ Bey’den habersiz Kirman’a gitmiş ve orada yazdığı Hall el-Eşkâl el-Kamer adlı risalesi ile geri dönmüştür. Dönüşünde risaleyi Uluğ Bey’e armağan etmiş ve Ali Kuşçu’nun kendisinden izin almadan Kirman’a gitmesine kızan Uluğ Bey, risaleyi okuduktan sonra onu takdir etmiştir.
Ali Kuşçu, Semerkand’a dönüşünden sonra, Semerkand Gözlemevi’nin müdürü olan Kadızâde-i Rûmî’nin ölümü üzerine gözlemevinin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zîci’nin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Ancak, Uluğ Bey’in ölümü üzerine Ali Kuşçu Semerkand’dan ayrılmış ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yanına gitmiştir. Daha sonra Uzun Hasan tarafından, Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak amacı ile Fatih’e elçi olarak gönderilmiştir.
Bir kültür merkezi oluşturmanın şartlarından birinin de bilim adamlarını biraraya toplamak olduğunu bilen Fatih, Ali Kuşçu’ya İstanbul’da kalmasını ve medresede ders vermesini teklif eder. Ali Kuşçu, bunun üzerine, Tebriz’e dönerek elçilik görevini tamamlar ve tekrar İstanbul’a geri döner. İstanbul’a dönüşünde Ali Kuşçu, Fatih tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından sınırda karşılanır. Kendisi için ayrıca karşılama töreni yapılır. Ali Kuşçu’yu karşılayanlar arasında, zamanın ulemâsı İstanbul kadısı Hocazâde Müslihü’d-Din Mustafa ve diğer bilim adamları da vardır. İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’ya 200 altın maaş bağlanır ve Ayasofya’ya müderris olarak atanır. Ali Kuşçu, burada Fatih Külliyesi’nin programlarını hazırlamış, astronomi ve matematik dersleri vermiştir. Ayrıca İstanbul’un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri de yapmıştır. Ali Kuşçu’nun medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolü olmuştur. Verdiği dersler olağanüstü rağbet görmüş ve önemli bilim adamları tarafında da izlenmiştir. Ayrıca dönemin matematikçilerinden Sinan Paşa da öğrencilerinden Molla Lütfi aracılığı ile Ali Kuşçu’nun derslerini takip etmiştir. Nitekim etkisi onaltıncı yüzyılda ürünlerini verecektir.
Ali Kuşçu’nun astronomi ve matematik alanında yazmış olduğu iki önemli eseri vardır. Bunlardan birisi, Otlukbeli Savaşı sırasında bitirilip zaferden sonra Fatih’e sunulduğu için Fethiye adı verilen astronomi kitabıdır. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde gezegenlerin küreleri ele alınmakta ve gezegenlerin hareketlerinden bahsedilmektedir. İkinci bölüm Yer’in şekli ve yedi iklim üzerinedir. Son bölümde ise Ali Kuşçu, Yer’e ilişkin ölçüleri ve gezegenlerin uzaklıklarını vermektedir. Döneminde hayli etkin olmuş olan bu astronomi eseri küçük bir elkitabı niteliğindedir ve yeni bulgular ortaya koymaktan çok, medreselerde astronomi öğretimi için yazılmıştır. Ali Kuşçu’nun diğer önemli eseri ise, Fatih’in adına atfen Muhammediye adını verdiği matematik kitabıdır

16 Aralık 2012 Pazar

Eskiden Yaşamış Dev Gibi İnsanlar


bu iskeletlerin eski ad kavminden olduğu söyleniyor



Suudi Arabistan'da bulunan devasa insan iskeleti büyük heyecana sebep oldu. Herkesi şaşkına çeviren dev iskeletin başında çalışma yapan insanlar, cüce gibi görünüyor..



Son günlerde internette dolaşan bir insan iskeleti fotoğrafı görenleri şaşkına çeviriyor. Çünkü iskeletin devasa büyüklükteki bir insana ait olduğu iddia ediliyor. Akıllara gelen ilk soru ise "Acaba bu fotoğraf gerçek mi değil mi?" İddia o ki, iskelet geçtiğimiz Nisan ayında Suudi Arabistan'da gaz araştırması yapan bir grup tarafından tesadüfen bulundu. Mühendisler durumu yetkililere bildirince bölgeye giriş çıkışları yasaklanıp araştırmalara başlandı.
Dev insan iskeleti


Ad kavminden mi?
Birçok Müslüman ülkenin gazetelerine de konu olan haberlerde iskeletin helikopterden çekildiği belirtilen bir fotoğrafı da yer alıyor. "http://nation.ittefaq.com/artman/publish/article_8519.shtml" adresinde yer alan haberde ise şu soru dikkat çekiyor: "Bu iskelet Kuran'da belirtilen ve irilikleriyle tanımlanan Ad kavminden birine mi ait? "


Diyanet işleri eski Başkanı Süleyman Ateş, iddiayı doğruluyor.. Vatan Gazetesi'nin bu konudaki sorusunu cevaplandıran Ateş şunları söylüyor:

"Evet, Kuran'da Ad kavminden olan kimselerin çok iri ve kuvvetli olduğu belirtiliyor. Ad kavmi ulmeden bir kavme dönüşünce de Allah onları yok etmişti



Buhari’nin naklettiği bir hadise göre Hz.Adem’in boyu 60 zira idi. Aynı rivayette insanların boylarının gittikçe kısaldığı da anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Hz.Adem’in boyu 40 m. civarında idi. Hz.Nuh tufandan önce 950 sene tebliğ görevini yürüttüğü Kuran’da açık bir şekilde ifade edilmektedir. Seylan adasında Müslümanların Adammala, “Adem Dağı” adını verdikleri, Portekizlilerin de “Picoli Adama” dedikleri çok meşhur bir dağ mevcuttur. İnsanoğlunun atasının cennetten “inişi” sırasında ilk defa buraya basmış olduğu rivayet edilir. Kocaman bir sağ ayak izi kayanın zirvesinde hep görülmektedir. Bu izin büyüklüğü için batılı bir seyyah, “Beş ayak üç parmak uzunluğunda ve iki ayak beş parmak ile iki ayak parmağı genişliğinde az derince bir çukur” demektedir. İslami rivayetlerde Hz.Adem’e atfedilen devasa boy ile orantılı olmuş olsa gerek. Çünkü bu rivayetlere göre Hz.Adem’in boyu o zaman o halde idi ki, başı göğe değiyor ve diğer ile denize basıyordu. Anadolu’da da birçok yerde dev mezarları bulunmaktadır.
Not : Hz Adem ile ilgili benim edindiğim net boy ölçüsü 27.90 m. dir.
Cortez Meksika'da dev kemiklerini bulmuştu
İstanbul’da Beykoz’da Yuşa Tepesi’nde bulunan bir mezarda, Yuşa Hazretleri adlı bir evliyanın yattığına inanılmaktadır. Mezar, 17 metre uzunluğunda ve 4 metre genişliğindedir. Eğer açılıp incelenirse içinden dev bir iskeletin çıkması çok doğaldır. Kapadokya bölgesinde, yani Nevşehir, Kırşehir ve Göreme civarında bu tür dev evliya mezarları vardır. Ayrıca mitolojisinin devleri olan Titanları da unutmamak gerekir. M.Ö. 440’da yaşayan Empadokles Sicilya adasında devlerin yaşadığından söz eder. 14. yüzyılda yazar Boccacio, yine Sicilya’da bir mağarada bulunan 10 metrelik bir dev iskeletinden söz ediyordu. 1577’de İsviçre’de 6 m.’lik iskelet bulundu. Yine 1500’lerde Meksika fatihi Cortez, İspanya Kralı’na Meksika’dan getirdiği dev kemiklerini göstermişti.
Bir diğer kaşif, ünlü Macellan, 1520’de iki devle karşılaştı, başının onun beline geldiği söylüyordu. Keşifler çağında daha birçok ünlü gezgin, devlerden söz ettiler. 19702’lerde bir Alman bilim adamı 350000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bilimsel açıdan bunun yakında kanıtlanacağını söylüyordu.
Grekler’de, İskandinavlar’da, Mayalar’da ve İnkalar’da ilk yaratılan ırkın, devler ırkı olduğuna ilişkin ortak bir inanç vardır. Meksika Toltekleri’nin kozmogonik inançlarında bir dizi depremden sonra nesilleri yeryüzünden silinmiş olan “Kinamet Devleri”nden söz edilmektedir. Kuzey Cermen efsanelerinden Eda’larda Niflheim(1) ve “Buzul Devlerinin” kuzeyde olduğu kabul edilir. Edalar’da, Hymir’in ataları olduğu, “Devler Soyu”nun Ases’ten (İskandinav iyilik tanrılarından) daha eski bir geçmişe sahip olarak görünmeleri ile Hindular’da Asura’lar ile Deva’lardan daha eski kabul edilmeleri arasında bir ilişkisellik vardır. Bir yoruma göre, “Devler” soyunun bir kadınla birleşmesinden, semavi Ases’in doğmasıyla yarı-tanrısal bir çağ başlamış ve bunlar “Devlerle” savaşa tutuşarak önce onları yenmişler, daha sonraları, savaşçı olmaktan ziyade barışçı olan kutsal soy Wanen’lerle birleşen “Devler” tarafından mağlup edilmişlerdi.
Eskiden yasamis dev insanlar ve dev insan iskeletleri

Devlerden söz eden önemli kaynaklardan biri de Tevrat’tır. Eski Ahidin “Tekvin” bölümünde, “Yeryüzünde Nefilim (Devler) vardı, bunlar eski zamandan (Atlantisliler) zorbalar, şöhretli adamlardı” denmektedir. Tevrat’ta ismi geçen Filistinli (Gittit’li) dev Golyat’ın boyu 2,74 m. idi. Golyat “Gath” isimli bir Filistin şehrinden geliyordu. Tevrat’ta Golyat’tan başka, Bashan kralı “Og”dan da söz edilir. Og’un boyu ise 3,96 m. idi. Og, bir devler ırkı olan “Rafait”lerin sonuncusu idi. Tevrat’taki referanslar onun “Rafa” kökenli bir grup dev’den biri olduğundan söz eder. Ammonit’ler bu halk’a “Zamzummim” diyorlardı ki, bu çabuk ve anlaşılmaz söz anlamındaydı. Gerçekten de devlerin konuşmaları diğer insanlar tarafından anlaşılmıyordu. Tevrat’taki “Rafait” kelimesi de ölüm, güçsüzlük ve ölümün çaresizliği anlamına gelmekteydi.
Olmek heykeli
Orta Amerika’da bir zamanlar yaşamış olan “Olmekler” de zenci devlerdi. Olmekler, diğer bir dev grubu olan “Tiwanakanlar” ile birlikte Peru’daki devasa yapılarda kullanılan köle devlerdi. Tevrat’ta Refait’lerden başka bir grup devden daha söz edilir ki, bunlar da “Anakim”lerdi.(2) Anakimler Rafait’ler gibi, Kenan ülkesinin dağlık ülkesinin dağlık bölgesinde yaşıyorlardı. Tevrat’taki ifadelerden anlaşıldığına göre, M.Ö. 1300 yıllarında devlerin nesli tükenmişti. Heredot, diyotorus Sicilus, Homeros, Pliny, Plutarch ve Philostratus gibi antik tarihçileri, çağlar önce ölmüş olan devlerden bazılarının iskeletlerini bizzat görmüş olduklarından söz etmişlerdi.
Kur'an:
Varlığımızın delillerini, (kainattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi? Fussilet-53
Andolsun, biz Nûh'u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.Ankebut-14
Dev insan iskeleti, dev insanlar
Anadolu'nun Dev Mezarları
Dünyanın birçok yerinde devlere ait olduğu belirtilen mezarlar bulunuyor. Yapılan kazılarda dev iskeletlere ve kemiklere rastlanıyor. Türkiye'de de bu tür mezarların ve kemiklerin bulunduğu belirtiliyor. Araştırmacı-yazar Dr. Gültekin Caymaz'ın araştırmalarını Ata Nirun derledi.
HEMEN HEMEN tüm inanç sistemlerinde, devlerden söz eden masallara, mitlere, efsane ve öykülere rastlanır. Hangi çocuk, devleri bilmez ki? Dev masallarıyla büyüdük ve aynı masallarla çocuklarımızı büyütüyoruz. Bu masalları bize kuşaklar boyu anlatanlar, nere­den öğrendiler? Onlara kim öğretti? Nasıl oldu da, devler tüm sınırları aşıp, tüm uygar­lıklarda aynı biçimlerde yer aldılar?
Konunun birçok araştırmacılarına göre, dev öykülerinin ardında, insanoğlunun unut­tuğu, sadece masal ve mitlerde kalan bir ger­çek yatıyor. Kısacası, devler gerçekten yaşadılar ve hatta hala yaşayanları da olabilir. Bu görüşün savunucularından ve bilinmeyen olayların izleyicisi, Dr. Gültekin Caymaz,ın görüşleri :
Dr. Caymaz: "Evet. Bu konudaki araştırmala­rıma göre yaşadılar. Eğer tufan. 10.000 yıl önce olduysa devler yaklaşık 15.000 yıl kadar önce yaşadılar. Mitolojilerde Tanrılarla devler ara­sındaki savaşlardan söz edilir. Bu Tanrılar bizim anladığımız manada Tanrılar değildirler. Onlar üstün insanlardı ama dünyayı yaratanlar değillerdi. Bizim boylarımızda ama üstün teknolojileri olan insanlardı. Devler ise büyük ama zekaları az yaratıklardı. Belki de bu savaş uzaylı bazı yaratıkların aralarında yaptıkları bir savaştır. Bize kalan anısal izler masala dönüşmüştür. Nasıl tufan olayı ve Nuh bir efsane olduysa devler de masal olarak kaldı.
Benim gördüğüm ve incelediğim dev çene kemiği ve dev dişler Antalya yakınla­rındaki Karain mağarasında bulundu. Yapılan çalışmalar kalıntıların 50.000 yıllık olduğunu gösteriyor. Öyleyse bunlar halen yaşayan bir canlı türüne ait olamazlar.
Fotoğrafını çektiğim 5 dev dişinin boyutla­rına bakılırsa 7-8 metre boyundaki dev insanların yaşamış olduklarına inanmak gerekiyor. Bu çene kemiğini bulanların daha başka buluntular da ele geçirdikleri söyleniyor.
Bu fotoğraf, 1978'de çekildi. Fotoğrafta beş diş ile ona ekli altçene kemlği, dağılmasın diye bır lastik bant ile sıkıştırılmış. Bu görüntü, kemiğin içyüzünü yansıtıyor. Kemiklerin, Dr. Caymaz'ın ellerinin arasındaki görünümü, normal insan çenesine olan oranını belirliyor. Bu dişler ve çene kemiği 50.000 yıllık
Depo dolusu dev iskeleti
Dr. Caymaz: "Polatlı'da yaşayan ve otobüsçü­lük yapan Yılmaz isimli biri bana ilginç bir olay anlattı. 1950-1951 yıllarında iken kendisi at arabasıyla askeri bir kazadan çıkarılan dev insan iskeletlerinin kemiklerini taşımış. Kemiklerin çok büyük olduklarını söylüyor ve bir askeri depoya istiflendiklerini ekliyordu.
Ama sonrası, bilinemiyor.
http://img189.imageshack.us/img189/2029/80686240.jpg
Yukarıdaki resimde Dr. Caymaz, Kapadokya'daki bir diğer uzun mezarın başında
1980'li yıllarda, Ankara Kalesi'ndeki, Ana­dolu Medeniyetleri Müzesi'nin paleolitik bölü­münde, benzer bir diş gördüm. Elimin orta parmağı boyundaydı. Fakat yüzde elli daha kalındı. Sorduğumda bu dişin de, Antalya'da Karain mağarasında bulunduğunu söylediler. Sonuçta şunu söyleyebilirim ki, böyle dev insan kalıntılarının bulunduğunu, resmi kuruluşlar merak ederlerse, Polatlı'daki depoyu bulup inceleme yapsınlar."
Dev mezarlar
Dr. Caymaz: "Bu tür dev mezarlar. Anadolu' da birçok yerde var. En önemlilerinden biri İstanbul'da, Beykoz'da bulunuyor. Yuşa Tepesi'nde bulunan bu mezarda. Yuşa Hazret­leri adlı bir evliyanın yattığına inanılıyor. Mezar, 17 m uzunluğunda, 4 m genişliğinde. Eğer açılıp, incelenirse, içinden dev bir iskeletin çıkması çok doğaldır."
11.6.1983'te Milliyet gazetesinde böyle bir haber çıktı. Adapazan ­Kaynarca yolu üzerindeki bir yatır mezarının 9,5 m boyunda olduğu yazılıydı. O mezar da incelenebilir.
Yine, Kapadokya bölgesinde, yani Nevşe­hir, Kırsehir ve Göreme civarında bu tür dev evliya mezarlan var. İnançlara göre, bu mezar­ların rahatsız edilmemeleri gerekiyor. Ben, böyle inançlara saygı duyuyorum ve yerlerini saklı tutuyorum. Fotoğrafını çektiğim mezar­ların boyu 7-8 metre idi. Van ve Sinop dolayla­rında da dev mezarlar bulunuyor. Ankara'nın çok yakınında bir dev mezan inceledim. Köylü­ler, beni sıkı sıkı uyardılar, sakın bir şey alıp gitme, yoksa felaketler olur dediler. Bu uyarıya saygıyla uydum.
Birkaç yıl önce Günaydın gazetesi de, Filipinler'de 8 m boyunda bir dev iskeletinin bulunduğunu yazmıştı. Demek ki, devler, yalnız Anadolu'da değil, birçok yerde yaşadılar. Filipinler' de bulunan iskeleti bilim adamları incelediler. Bizde de, aynı tür bir araştırma yapılabilir."
"Öncelikle bu araştırma, arkeolojik ve turistik yönden çok önemli olabilir. Ama daha da önemlisi, kutsal kitaplarda sözü edilen devlerin bir masal olmadıklarının anlaşılması olacaktır. Sonuçta, kutsal kitapların insanlara daima doğruyu gösterdiği anlaşılır. Belki o zaman, insanlar haksızlık ve kötülük­lerden biraz olsun kaçarlar."
" Ankara'da MTA merke­zindeki, Prehistorik Eserler Müzesi'ne gidin, orada birçok dev hayvanların dişleri var. ilkçağ öncesi ve ilkçağ döneminde yaşayan dev hay­vanların kalıntıları bulunuyor. Göreceksiniz ki, bu dişlerin onlarla hiçbir benzerliği yok. Bunlar sadece insan dişlerine benziyorlar ama dev boyutlardalar. "

Dr. Gültekln Caymaz ve ekibi, Ankara yakınlarındaki bir dev mezarının başında. Ekip mensuplarından biri yere yatıp, ellerini kaldırmış, böylece mezarın boyutu daha iyi anlaşılıyor
Dev insanlar

Daniken devlerin izinde
Nisan 1982'de Dr. Gü!tekin Caymaz, Türkiye'ye gelen araştırmacı Erich von Daniken'le Ankara'da devlerle ilgili bir
konuşma yapıyor. 29 Nisan 1982 tarihli Barış gazetesinde yayınlanan konuşmanın bir bölümü şöyle:
Dr. Caymaz: Kutsal kitaplarda devlerden söz ediliyor. Günümüzde bazı kalıntılar bulunu­yor. Sizce dev insanlar yaşadılar mı? Daniken: "Evet, yaşadılar bence. Bu konuyu, 'Yıldızlara Dönüş' adlı kitabımda inceledim. Ama zamanın uçurumları arasında, bu dev insanlar unutulup gittiler ve bir masal yaratığı oldular. "
Dr. Caymaz: Bu dev dişi fotoğraflarına ne dersiniz?
Daniken: "Çok ilginç, olaylara bir anlam geti­riyor. Ben de devlerle ilgili bir kitabın çalışması içindeyim. Zaten olay, dünyanın her yeriyle ilgili, ben başka ülkelerde bu tür yüzlerce dev kalıntı ve dev mezarlar gördüm."
Kutsal kitaplarda
Devler her ırkta ve her inançta yer alır. En güçlü. kaynaklardan birisi Tevrat. Birkaç bölümü inceleyelim:
"Orada gördüğümüz halk çok uzun boylu adamlardı. Ve orada, Nefilim'den olan, Anak oğullarını, Nefilim'i gördük. Biz kendi gözü­müzde çekirgeler gibiydik, onların gözünde de öyleydik." (Sayılar Bölümü Bap: 13, 32, 33).
"İnsan arşınına göre, onun demir yatağı­nın uzunluğu dokuz arşın, eni dört arşındı." (Tesniye Bölümü 3/11).
Yine Tevrat ve ardından Kur’an-ı Kerim, dev Golyat'ı öldüren Davut Peygamber'den söz ederler. Golyat'ın mızrağı metrelerce uzunluğundadır. Aynca, mitolojinin ünlü Herkül'ü, Samson'u da birer devdirler. Yunan mitolojisinin devleri olan Titanlan da unut­mamak gerekir.
Yakın tarihteki devler
Bilimsel tarih, devlerden söz ediyor mu? Hiç yaşayan devler bulduk mu? Evet, diyebiliriz. İlk kaynak, M.Ö. 440'da yaşayan Empadok­les'tir. Sicilya adasında devlerin yaşadığından söz eder. 14. yüzyılda yazar Boccacio, yine Sicilya'da bir mağarada bulunan 1O metrelik bir dev iskeletinden söz ediyordu. 1577'de İsviçre'de 6 metrelik bir iskelet bulundu. Uzun araştırmalardan sonra bunun bir fil iskeleti olduğu iddia edildi.
. Yine 1500'lerde, Meksika fatihi Cortez, Ispanya Kralı'na Meksika'dan getirdiği kemikleri gösterdi. Bir diğer kaşif, ünlü Macellan, 1520'de iki devle karşılaştı, başının onun beline geldiğini söylüyordu. Keşifler çağında daha birçok ünlü gezgin, devlerden söz ettiler.
Burada dişler, çene kemiğinin dış yüzünden, beşi bir arada görülüyor


15 Aralık 2012 Cumartesi

'2030’da dünyayı mega-insanlar kaplayacak'

ABD’deki 17 istihbarat kurumunu bünyesinde barındıran Ulusal İstihbarat Konseyi (NIC), geleceğe yönelik kehanetler içeren bir rapor hazırladı. Konseyin raporuna göre, 2030 yılına gelindiğinde hastalıklardan ölüm oranı ciddi oranda azalırken, mega şehirlerde geceleri görebilen, daha hızlı düşünebilen insanlar yaşayacak.



ABD’li istihbarat kurumları bir araya gelerek, dünyanın fütürist geleceği hakkında kehanetlerde bulunan 140 sayfalık bir rapor yayımladı. Rapor, sadece 18 yıl sonra, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki dengenin tamamen değişeceğini ve mega trendlerin ortaya çıkacağı bir ‘mega-insan’ dünyasının doğacağını öne sürdü.
Discovery News’in ayrıntılarına yer verdiği raporun içeriği oldukça ilginç. Tahminlere göre, 2030 yılına gelindiğinde Asya gelişmişlik olarak Kuzey Amerika ve Avrupa’yı geride bırakacak ve Orta Çağ’da olduğu gibi dünyanın ekonomi ve güç merkezi olacak. Bulaşıcı hastalıklardan ölümler yüzde 40 azalacak, dünya nüfusunun büyük bir kısmı fakirlikten kurtulacak, dahası damarlarında nörofarmakolojik (sinir sistemini etkileyen) ilaçlar dolaşan ‘süper insanlar’ doğacak.
      Meraba arkadaşlar bugün ilk günüm.... Bundan sonra sizlerle her türlü paylaşım yapmaya gayret göstereceğim...